Telefon çalıyor az müsade… “Alo! Alo! Efendim.”
Eşyadan arındırılmış bir odada insanın sesi kendine yankılanıyor diyerek, telefonu yeniden göz hizasına getirerek baktı. Görüşme süresine ait saniyeler ilerliyordu. Tekrarladı “Alo! Efendim” Artık arayanın sesinin geldiği sessizce dinlemesinden anlaşılıyordu. “İyiyim” diyebildi, devamında odaklanmış gözleriyle zemine bakarak elinde yanan sigarasından derin bir nefes daha çekti. Telefonu yeniden göz hizasına getirdi. Baktı… Baktı ve kapattı.
İnce bir esinti aralıklı olan pencereden perdeyi dalgalandırıyordu. Ona odaklandı. Çok şey diyecekti, diyemedi. Ama kendisiyle uzun bir konuşmaya girdiği mutlak sessizliğinden belliydi. Odadakilere baktı tek tek sanki bir nüfus memuru sayım yapıyor gibi inceledi. Telefonu tekrar eline aldı, birkaç arama ardı ardına… Zil aralıklı çaldığında eve gelenler yere çöküp çöken gözyaşlarını, mukavamette bulunmadan yer çekiminin hızına bırakmıştı. Artık bilinen ama insanın kendi nefesiyle sese dönüştüremediği o cümle dökülüyordu hep bir ağızdan. “Bedo’mu?, Bedo…” “Nasıl nasıl olmuş?” tüm soruların cevabı şekli şemali önemini yitirdiği bir boşlukta yeniden eşyadan arındırılmış odada boş duvarlara çarpıp insanın yüzünü kırbaçlıyordu.
İlkti… Bu kuşağın kaderini eline aldığı ve kendi özgür kararlarını, uzlaşmaz bir savaşa başlama kararını verdiği kavganın ilk diyeti ödeniyordu. Nasıl durulmalıydı acaba? Öncekiler nasıl durmuştu? Çatık kaşlı mı? Yanaklarına akan gözyaşlarını silerek mi? Artık geçmişin sınırlarında siyah beyaz düşünmenin zamanı değildi. O da düşünmemişti…
Çukurova’nın merkez ara sokaklarında kaderine terk edilmiş rutubetin egemen olduğu başka bir evde sabahın erken saati, aldığı simitlerle kapısını çalıdığında yüzünü kurulamadan açtığı kapının ardında “Bir dakika” diyerek geçtiği odadan yeniden çıkarak “Çay yapayım mı?” demişti. Çaydanlıktaki su usulune uygun kaynama noktasına gelirken, sohbette bir kaynama noktası belirlemişti kendine… Döne döne “Böyle bir atılımın ilklerinden olmalıyım “diye mırıldandı. “Dişi” dedi. Apse yapan dişi… Düne kadar canını yakan diş ağrısı artık onun için tali gündemdi. “O da benle geliyor ya yol uzun, bir mutakabat yaparız aramızda” diyerek gülümsedi. Akşam yeniden buluşmak üzere ayrıldılar.
O alışverişe diğeri parti binasına doğru yola koyulmuştu. Parti binasında bulunan büyük yazı tahtasında “Teslim olmak yok! Başlar dik namlular kızgın olsun yoldaşlar!” yazıyordu. Sordu bu kimin tahtaya akan sınıf öfkesi diye. Bedo dediler. Dün Bedo akşam üzeri çıkarken yazdı dediler. Yarın ne olacağını bilmeden gülümseyerek…
Kalanlar bilir gidenlerin son cümleleri emanettir artık onların omuzlarında. Bir manifestodur kavga ısrarında.
Akşam yeniden çalan zilin ardından ağır demir kapının gıcırdayarak açılması bir bayramlaşma gibiydi. Ayağa giyilmiş kalın tabanlı botlar, kolları ellerini kapatacak kadar seneye de giyilesi büyük gocuk ve henüz olunan yerde giyilirse kurdeşen dökeceğinden, paketinde bekletilen termal içlikler… Ve tabiki geçici bir süre dengede tutulması gereken iç savaşa mahal vermeden idare edilecek ağrıyan diş… Bütünüyle herşey hazırdı. Açılan kollar birbirine değen göğüslerden kalbin yükselen ritmi…
“Yolumuz açık olsun…“
Yola çıkıyorduk. Arabalarda çalan “İnce Memed” türküsü yolda kesintiye uğramadan yeni bir kavuşmanın heyacanıyla çalıyordu. Sınıra ulaştılar. “Üç kişi” diye bağırdı kasketini düzeltirken pırpırlı bir asker. “Üç kişi mi?”
“Biz biriz, hepimiz biriz…”
Tellere yaklaştılar. Askerlerden örme bir koridorun içerisinden geçerek “Kimseye ait olmayan” ara bölgede durdular. Karşının görünmesini engellemek için gözlerine tutulan ışık altında bakışların buluşmasını engelleyenler sesin ritmini, tarihin çağrısını engelleyecek bir icad edinebilmiş değillerdi. Yükselen zılgıtlar “Şehit Namırın” haykırışlarıyla kulaklarını dövüyordu. Omuzdan omuza, elden ele önlerine getirilen sanduka yere özenle bırakıldı. Kapak açıldı ve beyaz örtü. “O mu” dedi pırpırlı, “O mu?”
Cevap vermediler. İncinmesin diye uykusundan. Ağır hareketle ve sessizlikle kapattılar sandukayı. Göz göze geldiler. Omuzlarına bir çırpıda yüklendiler. Geçerken yeniden asker koridorundan bekleyenlerin haykırışları iki yakadan yükseldi bu defa. “Şehit Namırın…”
İlk gidenlerden ve ilk gelenlerdendi. İlk düşen, ilk filizlenendi. Dünya onların yüzü suyu hürmetine dönüyor… Umut onların adımları sayesinde kök salıyor.
“Yağmur çiseliyor
Serezin esnaf çarşısında
Bir bakırcı dükkânının karşında
Bedrettinimin bir ağaca asılı
Yağmur çiseliyor
Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir
Ve yağmurdan ıslanan
Yapraksız bir dalda sallanan
Şeyhimin çırılçıplak etidir