Türkiye önemli bir politik kavşakta. İki ay gibi kısa bir zaman sonrasında, ülke, küresel ve bölgesel gerilimlerin eşliğinde kendi geleceğini aşkın kertede önemli bir seçime doğru gidiyor.
Gerici faşist karakteriyle AKP/RTE egemenliğinin toplumun bütün kesimlerinde yol açtığı güçlü değişim talebi bu momentin en önemli referansıdır.
Bu talep sadece iktidarın sömürücü ve sömürgeci azgınlığı nedeniyle emekçi sınıflar ve Kürtler, kadınlar, aleviler başta olmak üzere bütün ezilen halk kesimleri tarafından değil, aynı zamanda iktidarın sermaye ve sınıf karakteri itibariyle ülke burjuvazisinin büyük kesimleri ve uluslararası burjuvazinin neredeyse tamamı tarafından da dile getirilir bir hal almış durumdadır.
Bu kadar geniş ve belirleyici bir siyasal üstlenişe karşın AKP/RTE iktidarının bu talep etrafında sistemin seçim, vb.. siyasal mekanizmalarıyla tasfiye edilerek yerine bir düzeyde oluşturulmuş yeni bir uzlaşma siyasetinin egemen kılınmasının basit ve kolay çözümlere götürülememesi bir taraftan ülke sivil toplumunun devlet karşısındaki düşük profili, diğer taraftan da dünyanın ve ülkenin içinde bulunduğu III. Emperyalist savaş konjonktürünün bölgeye dayattığı çelişkiler itibariyledir.
Ülkede 2015’den bu yana öne çıkmaya başlayan değişim talebindeki yüksek emekçi ve özgürlükçü yoğunlaşma yerel ve uluslararası burjuvaziyi korkuttu ve bu talep o zamandan itibaren egemenler tarafından özellikle kontrol altına alındı. Siyasal değişim olmalıydı ama bu değişimi proletarya ve halk sınıflarının iradesi belirlememeliydi. Burjuva muhalefetin temel işlevi toplum muhalefetini eylemsiz kılmak çerçevesinde oluşturuldu. En olmazsa olmaz siyasal momentlerde bile iktidara karşı mitingler örgütlenmediği gibi bunun doğru olmayacağı özellikle propaganda edildi.
Devrimci propaganda, düzen muhalefetinin burjuva ve liberal öncülüklerini aşarak kitlenin bu talebini pratik politik bir düzeye ulaştırma gücü gösteremedi. Birleşik devrimci öncünün siyasal çizgisi, keza düzen muhalefetinden tam kopuşmayı ifade edecek bağımsız ve devrimci bir “üçüncü yol” olgunluğuna kavuşturulamadı. Ezilen kitlelerin muhalefetinde bu durum statüko kazandı. Liberal burjuvazinin CHP üzerinden açtığı muhalefet çerçevesi, TİP ve EMEP gibi sol liberallerin Emek ve Özgürlük İttifakı’yla bu çerçevenin içinde konumlanma istekleri, birleşik mücadele güçlerinin siyasal çizgisini kuşattı ve görünmez kıldı.
Şimdi önümüzdeki seçim momentine bu siyasal arka plan dahilinde bakarak ama bir gelecek vizyonu dahilinde taktik içerik vermekle yükümlüyüz.
O halde konuyu ilerletebilmek için önümüzdeki sürecin öngörülebilir özelliklerinin kısaca da olsa altını çizmek gerekmektedir.
“Ülkenin geleceği yüksek düzeyde iktisadi ve siyasal kaosa mahkûmdur.“
Ülke ekonomik açıdan AKP/RTE talanı itibariyle iflas etmiş durumdadır. Merkez Bankası 55 milyar dolarlık eksi bilançoya sahiptir. İktidardaki sermaye kesiminin kadim karakteri sermayenin yeniden üretimini rant ve ticaret faaliyetine tabi kıldığı için ülkenin cari ödemeler dengesi sürekli açık vermektedir. İktisadi analizciler aylık cari açık hesaplarını ortalama 4 milyar civarında bir marjla ifade ediyorlar. Bugün (13.03.23) bu rakam Ocak ayı için 10 milyara yakın açıklandı ve yıllık cari açık toplamda 51.7 milyar olarak ilan edildi. Bir diğer taraftan ülkenin önümüzdeki Eylül ayına kadar ödemesi gereken dış borcu 185 milyar, yılsonuna kadar ödemesi gereken borcu ise toplamda 216 milyar dolar olduğu biliniyor. Sermayenin yeniden üretiminin eksi değerine karşı borç yükümlülüğünün bu yüksekliği ülkenin önümüzdeki aylar içinde bir şekilde 100 milyar dolar civarında dış kaynak bulamadığı takdirde temerrüde (ödeyemezlik) düşeceğini gösteriyor. Ülkeye, örneğin Körfez ülkelerinden getirilen 3-5 milyarlık sermaye transferlerinin ekonominin bu ağır yükünün altından kalkması mümkün değildir.
Bütçede “net hata noksan kalemi” olarak ifade edilen yasa dışı sermaye hareketlerinin de bu büyüklükte bir borcun iflas tehdidini ortadan kaldırması söz konusu değildir. Uluslararası kara para aklama ve uyuşturucu parası transferi olarak bu iktidar bütçesinde resmileşen bu kalem geçen yıl yaklaşık 40 milyarlık toplam cari açığın 28 milyarını (%71.3) kapatmıştı. Bu yıl 32 milyar dolar civarında olması beklenen cari açık miktarının şimdiden 50 milyarı aştığı koşullarda bütçe dengesinin yasa dışı sermaye hareketleriyle yamanmasına asla imkân olmadığı görülmektedir. Siz elbette bir de buna, yukarıda belirtilen dış borç yükünü ve de depremin ortaya çıkardığı 70-100 milyar arası finans zorunluluğunu eklemelisiniz.
Burada bu iktisadi tabloyu ülkenin seçimlerde iktidarı hangi burjuva ittifakın alacağından bağımsız olarak içine hızla gireceği iktisadi bunalımın kaçınılmazlığını kavramak için aktarıyoruz. Ve elbette bu kaçınılmazlığın öngörülebilir siyasal uzanımları da olacaktır.
Örneğin, seçimlerde AKP/RTE kazanırsa ya şimdi kendini istemeyen uluslararası burjuvaziyle bir düzeyde uzlaşma hali ortaya çıkacak ve bu durumda dış kaynak güvencesini, ancak gerici faşist egemenliği bütün şiddetiyle yükselterek korumaya çalışacaktır ya da bu dengeyi, şimdiki gibi, uluslararası burjuvaziyi yeterince memnun etmeyen bir düzeyde sürdürmeye çalışırsa RTE’nin mali ambargoyla dizleri üstüne çökertilerek tasfiyesi gündeme gelecektir. Dış kaynak yetersizliğinin körüklediği enflasyon siyasal sürecin darbe mekaniğini daha şimdiden devreye sokmuş görünmektedir. AKP/RTE’nin Suriye’de savaş politikalarını geri çekmekte 15 Temmuz suflörü Putin’e ikna olması, depremde orduyu devreye sokmaktan özellikle kaçınması ve bu konu tartışmaya açıldığında askerin öfkesine hedef olmamak için, hiç şahit olmadığımız bir şekilde sorumluluğu üstlenmesi böyle okunmalıdır.
Peki ya KK kazanırsa?. Elbette IMF’in hemen devreye girmesi ve ülkeye yoğun sermaye akışı söz konusu olabilecektir ama IMF vb kaynaklı dış sermaye politikalarının emekçi sınıflar üzerine azgın bir sömürgenlikle çöktüğünü ve bunun siyaseten sürdürülebilmesi için keza faşist devlet tahakkümünü zorunlu bir şekilde beraberinde getirdiğini kimse unutmuş olamaz. Yani, burjuva egemenliğin bütün halleri üzerinden sömürge faşizminin iktisadi ve siyasal hayatımızda yüksek profildeki varlığı önümüzdeki sürecin iktisadi politik karakteri olarak görülmelidir.
Bir de içinde bulunduğumuz III. Emperyalist savaşın bölgeye yığdığı konjonktürel çelişkiler toplamı ve bunların sonuçları vardır.
“Bölge emperyalizm tarafından yüksek ve yaygın bir savaşa itilmektedir.“
Bilindiği gibi uluslararası emperyalist sistem, içinde bulunduğu 3. bunalım döneminin zorunlu bir sonucu olarak doğuya doğru genişleme politikalarını bütün gücüyle zorluyor. Önce salgın operasyonuyla dünya ticaretinden Çin’i tasfiye girişimi denendi. Yeterli olmayınca Ukrayna üzerinden sıcak savaş zorlaması gündeme geldi.
Bu süreçte Avrupa finans kapitalinin var olan birikimi, ABD önderlikli anglo siyonist emperyalizmin mali ve siyasal merkezlerine doğru akıtılarak rekabetçi gücü giderek değersizleştirildi. Avrupa finans kapitalizmi bu gidiş içinde kendini koruyabilmek için bir yandan sermaye üretimini militarizasyona doğru çekmeye çalışırken diğer taraftan Amerikan finans kapitalizmine karşı kimi sürtünmelere de yol açmaktadır.
Özellikle Avrupa proletaryasının ve küçük burjuvazisinin hızlı yoksullaşmaya karşı giderek yükselen yığınsal muhalefeti Avrupa burjuvazisini egemenliğini sürdürebilmek için sermayenin yeniden üretim koşullarını korumaya zorlamaktadır. Bu da emperyalistler arasındaki rekabeti sıfır toplamlı çözümsüzlüklere mecbur etmektedir. Örneğin, Avrupa burjuvazisinin, kendisinin de dahil olduğu yaptırım kararlarına karşın Çin ve Rusya’yla sürdürdüğü örtük ticari ilişkiler, keza güncelde Kuzey Akımı sabotajı üzerinden gelişen siyasal tartışmalar bu çelişkilerin yansımasıdır. Özetle emperyalist kapitalizmin tarihsel gidişi bir taraftan süper emperyalist şekillenmeleri zorlarken politik süreç emperyalistler arası çelişkilerin gerilimiyle ilerlemektedir.
Bu nedenle ABD emperyalizmi Avrupa finans kapitalizmini kendi yedeğine bağlı tutabilmek için konjonktürel hegemonyasını sürekli kılabilmek zorundadır ve gel gelelim Ukrayna’da işler hiç de iyi gitmemektedir. Bugün itibariyle Pentagon dahil hemen bütün emperyalist askeri değerlendirme kuruluşları savaşın Rusya’nın insiyatifinde geliştiğini kabul etmiş durumdadırlar. Bu durumda emperyalist blok Rusya’ya karşı bir dizi ikinci cephe arayışlarının arasında Donbass’tan Basra’ya çizilen Doğu-Batı ekseninin güney ucunu yeniden hareketlendirmeye yönelmiş durumdadır. Burada hedef İran ve bir bütün olarak Şii direnişidir.
ABD emperyalizminin Büyük Satranç Tahtası’yla stratejileştirdiği üzere Hazar ve ardındaki alanları zorlayabilmek için bölgesel ittifakları TC ve Kürt ittifakı üzerinden kurmak istediğini biliyoruz. Bu basitçe Safevi karşısındaki Çaldıran bloğudur. AKP’nin iktidara getirilmesiyle uluslararası emperyalizm tarafından zorlanan ve AKP’nin sömürgeci karakteri nedeniyle başarılamayan süreç budur. Emperyalizm AKP’yi bu nedenle artık tasfiye etmek istemekte, yeni siyasal öğelerle aynı projeyi bir kez daha devreye sokmak ihtiyacındadır.
Son dönem Başur ve KBY üzerindeki gelişmeler bunun belirgin işaretlerini vermektedir. Yılın ilk aylarında Barzani’lerin Davos ve Münih Güvenlik Konferansı’nın katılımcısı olmaları, Pentagon şefi Austin’in ve Alman vampirellası Baerbock’un Erbil ziyaretleri, Erbil’de yenilenen uluslararası “Forum”, Amerikan genelkurmayından Suriye’ye yapılan ziyaretler bu zemindeki hazırlıkların verileri olarak görülmelidir. Uluslararası emperyalizm bölgesel Kürt cephesinin çekici halkasının Barzani yönetimi olduğu hakkında kararını yenilemiş ve güçlendirmiş durumdadır. Önümüzdeki döneme dönük olarak alana dayatılacak siyasal planlama bu referansa göre olacaktır.
Kurgunun bir diğer tarafı her ne kadar Türkiye olsa da olası gelişmelerin ördüğü bağlamda özne, ABD önderlikli anglo siyonist emperyalizmdir.
Emperyalist burjuvazinin bölgede işaretlerini verdiği yeni BOP hesaplarının düzenlenmesi pentagonun savaş planları çerçevesinde olacaktır yani birincide başarılamadığı haliyle ikinci BOP denemesi doğrudan yerel ittifaklar üzerinden geliştirilecektir. Birinci ve ikinci BOP denemeleri arasındaki bu farkı hem III. Savaş gelişmeleri hem de buna bağlı Amerikan “Ulusal Güvenlik Stratejisi”ndeki güncel değişiklikler itibariyle ileri sürmek mümkündür. Emperyalizmin asli askeri gücü Çin için saklanırken, Rusya, İran gibi temel cephe karşıtlıklarının üzerine yerel ittifaklar üzerinden gidilerek Ukrayna’daki gibi bir “yıpratma savaşı” devreye sokulacaktır. Dolayısıyla önümüzdeki seçimden hangi iktidar çıkarsa çıksın emperyalizmin ülke zorlaması bu doğrultuda olacaktır. Emperyalizmin yeniden seçilen bir AKP/RTE iktidarında Finlandiya ve İsveç’in Nato üyeliklerinden tutun, Rusya ve İran’a karşı Nato politikalarına doğrudan tabi olmasına kadar zorlayıcı bir denge arayışı içinde olması ya da KK iktidarında daha doğrudan savaş politikalarını dayatacak olması kaçınılmaz görünmektedir. Yani ülkenin siyasal geleceği nasıl bir iktisadi çöküntü ile tarif edilebilecekse aynı düzeyde bu çöküntüden de hız alan aynı şiddette bir savaş siyasetine de mahkûm olacağı kolayca öngörülür olmalıdır.
Yakın geleceğin iktisadi çöküntü ve savaş devleti/politikasının kaçınılmazlığı bir kez saptandı mı devrimin bu gidişe karşı politik tavrını ve bu perspektif üzerinden sürecin seçim eşiğine ilişkin öne çıkaracağı politikalarını doğru saptamak daha mümkün hale gelmektedir.
“Seçim sathının kayganlığı…“
Yaşanan depremin kahredici ağırlığına karşın ülkedeki değişim ihtiyacının, deprem öncesindeki siyasal süreci, bugün hızla deprem sonrasına taşıdığını görmekteyiz. Şu farkla ki depremin hemen öncesinde AKP-MHP faşizminin tasfiye imkânı o kadar yüksekti ki devrimci öncü açısından dönemin siyasal tercihleri Millet İttifakı’nın temsil ettiği sömürge demokrasisi ile birleşik devrimin temsil ettiği devrimci demokrasi arasında belirlenmek durumundaydı.
Ancak depremin, her doğal afetin verili otoriteyi güçlendirdiğine dair sosyolojik bulgular itibariyle AKP’yi gelecek açısından apriori daha iddialı kıldığı varsayılmalıdır. AKP/RTE’nin siyasal tarzındaki keskinleşme bunun sonucu olarak görülebilir. Önemsenir bir araştırma şirketinin yaptığı bir anketin sonuçlarında deprem suçlarındaki iktidar payının olması gerektiği kadar yüksek çıkmamasının uyarıcı olarak ele alınmasında yarar vardır. (Metropoll, 11.03.23)
Ve özellikle, sadece karşıtlıkta kalmaktan öteye gidemeyen bir muhalif söylemin, benzerlerin değişiminden kendine bir yarar çıkmadığını bilen toplumun siyasal bilinci itibariyle siyasal tercihlerinde beklenir derecede önemli kaymalara yol açmadığını bize Şili ve Brezilya’daki yakın zamandaki genel oylamalar göstermişti. Ülkenin burjuva muhalefetinin de “devleti yönetmeyi bilmeyenler”e karşı “devleti daha iyi yönetmek”den başka bir söylemi olmadığı koşullarda anılan örneklerdeki gibi bir sonuçla karşılaşmak işin doğallığında da şaşırtıcı olmayabilir. Dileyen, bu konuda B. Ağırdır’ın yorulmaksızın bütün bir medya üzerinden dile getirdiği kaygılarını da referans alabilir. Hele ki Akşener manevralarının burjuva muhalefetin bu iddialarını kolayca tartışılır kılmasından sonra…
Ama seçimlerde önümüze çıkacak tablo açısından bütün bu sosyo politik tezahürlerden daha baskın olacak olan seçimlerin çalınması ihtimalidir.
Deprem ve sonrasındaki siyasal atmosfer seçim hileleri konusunda AKP/RTE iktidarına daha büyük imkân ve cesaret vermiş durumdadır. Seçmen listeleri, bölgeleri, oylama sonuçları, siyasal yasaklar ve bu zemindeki her türlü zorbalık AKP-MHP faşizminin keyfiyetindedir. Seçim artık anket verilerinin toplamı üzerinden değil seçimdeki tarafların siyasal güçleri üzerinden belirlenmeye daha yatkındır.
Sivil toplumun, itirazını ‘toplumsal dayanışma’ dan öteye taşıyamayan düşük siyasal profili ve muhalefetin örgütlü zor bağlamında sıfıra yakın düzeyi, ibreyi AKP-MHP iktidarından yana çevirmektedir. YSK’nın “adam kazandı” ilanı ve RTE’nin “atı alan Üsküdar’ı geçti” demesinin karşılığı ne burjuva ne de demokratik muhalefet tarafından üretilebilmiş değildir.
Finans kapitalizmin kendine yedeklediği toplumsal değişim basıncı koşullarında bu tıkanıklık ülkenin geleceğinde bir askeri darbe ihtimalini her zaman için geçerli kılacaktır. Liberallerin ve sol liberallerin depremde ordunun istihdam edilmemesi konusunda Akar’ı özellikle aklamaya çalışmaları bu ihtimalin söylemidir. Türkiye’nin darbe mekaniği hiyerarşik bütünlükle çalışır. 15 Temmuz başarısızlığının bir nedeni de budur. Askeri vesayetten kurtulmak için AKP/RTE balonunu şişiren her boydan liberalin şimdilerde aynı teveccühü Akar’a ve orduya göstermeleri bu toplumsal kesitin siyasal iğrençliğini önümüze dökmektedir. Sol adına liberallerle sağlanacak ittifak ve yan yanalıklar bu iğrençliğe bulaşmayı apriori göze almayı gerektirir. Bilinmelidir, bilmeliyiz.
“Devrim ve karşı devrim tercihinde seçim…“
Bütün bu aktardıklarımızın toplamı, deprem sonrasındaki siyasal sürecin, bırakalım derin kategorik bağlamsal özelliklerini, verili süreçte ve basitçe reel politik olarak bile iktidarıyla muhalefetiyle bir bütün olarak burjuvazinin değişik evre ve düzeylerle karşımıza çıkacak bir karşı devrim alanıyla devrimci öncünün ve proletarya ve ezilen halkların oluşturacağı bir devrim alanı üzerinden ikiye bölündüğünü bize göstermektedir. Düzenle ilişkilenmiş, eklemlenmiş bütün solcu ya da demokratların umut, beklenti ve hayallerine karşı artık ülke bütün olası tezahürlerini içeren haliyle bir devrim ve karşı devrim iklimine girmiş durumdadır.
Bu gidişe karşın özellikle emek ve özgürlük eksenli toplumsal muhalefeti oluşturan kesimlerin siyasal tercihlerine bakılacak olursa, sadece devrimci öncünün dışında kalan bütün eğilimlerin Millet İttifakı’nın sömürge demokrasisi etrafında toplandığını görmekteyiz. Emek ve Özgürlük İttifakı, HDP içindeki liberallerin siyasal yönelimlerinin yanı sıra, CHP’nin attığı TİP ve EMEP kementleriyle Millet İttifakı’nın destekleyicisi olduğunu yeterince belli etmiştir. Sosyalist Güç Birliği içinde Sol Parti ve TkP’de nihai olarak KK’yı destekleyeceklerini ifade etmişlerdir.
Bu durumda bize, devrimci öncüye düşen, ülkede yukarıda anlatıldığı haliyle ortaya çıkan siyasal süreç itibariyle seçimleri proletarya ve ezilen halklar zemininde ve onların çıkarları doğrultusunda bir taktik momente çevirebilmektir.