En Çok Okunanlar, Gündem, Slider, Umut Yazıları

Devran ve devrim – Umut Editör

RTE/AKP iktidarı, Türk Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılı olması nedeniyle 2023 yılına özel bir tarihsel mana yüklemek istiyor. Bu nedenle TC’nin gelecek yüzyılını “Türkiye Yüzyılı” olarak tanımlıyor.Gündemdeki seçimlere bütün “7 Haziran-1 Kasım” tecrübesiyle bu çerçevede yükleniyor.

Türk finans kapitalinin geçmiş dönemlerde de bu yüzyıla özel bir egemenlik muhtevası yüklediğini biliyoruz. 1992 yılında hem geleneksel Türk finans kapitalinin sözcüsü olan Süleyman Demirel, hem de neoliberal politikaların öne çıkarttığı yeni finans kapital gruplarının ve oligarşik blokun bir dönem temsilciliğini yapan Turgut Özal, Türk egemenliğine uluslararası pazarda benzer muhtevalar yüklemeyi denemişlerdi. Turgut Özal, “21’nci yüzyıl Türklerin asrı olacak” derken, Süleyman Demirel bunun pratik tahayyülünü “Adriyatik’ten Çin’e Türk dünyası” şeklinde ifadelendirmişti.

Şimdi de RTE aynı nakaratı dillendiriyor. Ama açıktır ki, dillendirilen aynı nakarat olsa da RTE’nin bu muhtevaya sahip çıkışı seleflerinden iki kere daha güçlüdür. 

Birinci olarak, kolaylıkla görülebileceği gibi, Türk burjuva temsilcilerinin hem 1992’de, hem de 2022’de evrensel pazar üzerine olası niyetlerini dile getirdiklerinde dünya, güçlü karmaşıklıklar içinde yol almaktadır. 92’de Sovyetik blok ortadan kalkmış, ortaya çıkan vakum küresel sermayeyi bütün akıntılarıyla öne çıkartmıştı. Bu dönem Türkiye’nin düşük yoğunluklu savaş dönemini oluşturdu. Şimdi ise, 92’dekinden daha keskin bir bunalım; nükleer olsun mu olmasın mı diye tartışılan bir üçüncü dünya savaşı konjonktürü söz konusudur. RTE/AKP iktidarı Türk oligarşisi adına bu tarihsel konjonktürü kendi “tarihsel beka” meselesinin çözümü doğrultusunda istihdam etmek istemektedir. Bu yüklenme, daha önceki oligarşik dengeye göre farklılık taşımaktadır, çünkü BOP gibi bir emperyalist dalganın iktidara taşıdığı tefeci bezirgân, rantçı, kasaba sermayesi yirmi yıllık bir iktidar sürecinden sonra artık siyasal ve mali varlığını tarihsel bir kalıcılığa taşımak istemektedir. Bu, ülkenin kadim sermaye sınıfının cumhuriyet tarihinin yüzyıllık sürecinde iç dinamikler itibariyle asla sahip olamadığı ve modern finans kapitalizm dünyası itibariyle de asla sahip olamayacağı bir konumlanmadır.

Bilindiği gibi Türk burjuvazisinin Mustafa Kemal önderlikli devrimci eğilimi feodal saraya ve saltanata bağlı bu kadim sermayeyi, burjuva devrime tabi olmadıkları takdirde “kellelerinin artık omuzları üstünde kalamayacağı” tehdidiyle kendisine bağlı kılmıştır. Devlet kapitalizmi ülkede hızla finans kapitalizmi geliştirirken kasaba sermayesi sadece onun pazar hakimiyeti için değil aynı zamanda halk sınıfları üzerindeki ideolojik ve siyasal baskı platformu olarak da yedeklenmiştir. Cumhuriyet kapitalizminin kuruluşundaki bu oligarşikdenge, küresel neoliberal konjonktürebağlı olarak 24 Ocak-12 Eylül sürecinde Özal’ın “sermayenin İstanbul dükalığınakarşı Anadolu kaplanları”  formülüyle önce zorlandı, ardından emperyalizmin BOP saldırısında doğrudan Kayseri-Konya sermayesinin egemenliğine taşındı. RTE/AKP, bugün oligarşik blokun bu ağırlıklı halini korumak istemekte ve RTE, “artık kaybedecek şeylerimiz var” derken yeni Türk burjuvazisinin “beka”sının nasıl ve niçin korunması gerektiğini bildirmektedir. Dolayısıyla RTE/AKP’nin beklediği yeni yüzyıl, geleneksel finans kapitalizmin kendini var ede geldiği cumhuriyet kapitalizminden daha farklı bir muhteva içermektedir ki, zaten bu muhteva uluslararası emperyalizmin kendi bunalımında kıvrandığı bugünkü koşullarda böyle geri bir sermaye yapılanmasının dünya pazarının gelecek biçimlenişinde var olma hakkını ortadan kaldırmaktadır. Modern toplumların yüzyıl önce tarihen kapattığı bir sınıf ve sermaye egemenliği gelecek yüzyıl içinde tarihsel olarak kendine hayat alanı bulamaz. Hangi iktisadi ve sosyal eklemlenmede olursa olsun ticaret ve ranttan başka yeniden birikim kurgulamasına gidemeyen bir sermaye yapısının uluslararası emperyalizmin aşırı yoğunlaşma ve merkezileşme döneminde kendini var etme koşulu yoktur. Uluslararası emperyalizm, BOP hamlesindeki başarısızlığının ardından Mısır’da Mürsi’nin tasfiyesiyle kendi rutinine çekilirken bu süreçten RTE’ninpayına da 15 Temmuz denemesi düştü. RTE/AKP iktidarı bu denemeden keza dünya siyasetinde yükselen çelişkiler itibariyle Putin’in yardımıyla kurtuldu.

Elbette Rusya’nın bu yardımı bir erk ispatı için değildi; Türkiye’nin çok nitelikli jeostratejik konumlanması nedeniyleydi. Bu jeostratejik konumlanma, konjonktürün bütün varyantlarına yönelik jeopolitik çeşitlilik göstermeye elverir olunca, binlerce yıllık sınangılı bezirgân politikanın kendini dünya dengeleri üstünde yüzdürme becerisi onu bugünlere kadar var etti. 

Peki, bundan sonrası? Tarihselle güncelin rezonansı her zaman geçerli pratikdeğildir. O zaman egemen dinamikler hangi diyalektikle karşımıza çıkacaklardır? Bu soruya cevap bulabilmek için, RTE/AKP iktidarını hayatımıza sokan ve onun 20 yıllık uzun ömrüyle bizi cezalandıran tarihsel dönemi, yani uluslararası emperyalist bunalım ve evrensel emperyalist savaş dengelerini gözlemek, elden geldiğince kendi olası sonuçlarına vardırana kadar irdelemek gereklidir.

Emperyalist Süreç ve AKP

2018 seçimlerinde özellikle Avrupa burjuvazisinin desteğiyle Millet İttifakı’nın oluşturulmasıyla birlikte RTE/AKP egemenliğinin tasfiyesi uluslararası emperyalist programın her an hazırda tuttuğu bir dosya haline geldi. Bu dosya RTE/AKP hükümetini ağır bir mali ambargo altına alarak yürürlükte tutuldu, çünkü iktidardaki sınıfın mali politikası dış kaynak destekli talan sermayesi üzerine kuruluydu. 

Ancak aynı süreçte emperyalist sistem de büyük bir bunalım kavşağına girmişti. 2020 yılında patlayan bunalım yıllarında emperyalist burjuvazi, salgın politikalarıyla kendine zaman ve avantaj sağlamasına karşın bunalımını aşamadı. Biden yönetiminde Transatlantik ittifakı yenilenir yenilenmez ABD önderlikli anglo siyonistkanat Avrupa burjuvazisi üzerinde giderek dağılan hegemonyasını tahkim etmek ve konjonktürel insiyatifi ele geçirmek amacıyla Rusya’yla savaşı kışkırttı. 

Emperyalist yayılma politikalarının merkezinde Rusya ve İran bulunduğu için, yukarıda andığımız şekilde Türkiye’nin jeopolitik avantajı, RTE/AKP iktidarının göreli özerklik alanını tepe tepe kullanmasına imkân tanıdı. Rusya’ya karşı Nato hukukunu kullanırken, uluslararası burjuvaziye karşı Rusya’yla yakınlığını kullanabildi. Ancak ne zaman ki Ukrayna savaşında Rusya’nın askeri ve enerji politikaları Avrupa, özellikle Alman sermayesini Amerikan politikalarının dışında çözümler aramaya yöneltir oldu, Amerikan önderlikli anglo siyonistemperyalizm Kuzey Akımı gaz boru hatlarını bombalamaktan tutun, nükleer santral patlatmaya, oradan “kirli bomba” kullanmaya kadar konvansiyonel savaşın en aykırı biçimlerine başvurarak Avrupa’ya ABD hegemonyasının dışındaki arayışları yasakladı. Daralan hegemonya emperyalizmin esnekliğini de katılaştırmaya başladı.

Bugün de hala sürmekte olan bu şiddetli gerilim içinde emperyalist burjuvazi özellikle Donbass-Basra arasındaki doğu-batı ekseninde asla oynak ittifakları taşıyamaz hale geldi. Sırbistan’dan Pakistan’a suikast girişimlerine varan politik gelişmeler bu gerilimin tezahürleri olarak görülmelidir. Ve aynı tehdit 15 Temmuz referansı üzerinden bugün de RTE için, keza, geçerli olmalıdır. 

Biden hükümetinin karargâhının Hillary Clinton’ın ekibince oluşturulduğunu bildiğimizde bu ekibin böyle oynak ittifaklara nasıl öfkeli olduğunu hatırlamalıyız. Clinton’ın dış işleri bakanıyken, küresel hegemonyayı Asya-Pasifik egemenliği üzerinden kurmaya kalkışmasının temel nedeni Ortadoğu’nun oynak ilişkilerinden yılmasıdır. Ancak politik zorunluluk Ortadoğu’yu dünyanın merkezi kıldığı için şimdi bu ekip aynı alanda ama daha net ittifak zorlamalarıyla ilerlemeye çalışıyor. Bu nedenle Rusya’nın Türkiye’yi Avrupa’nın petrol istasyonu haline getirme çabasına Amerikan tepkisi “böyle bir gelişmeye asla müsaade edilmeyeceği” şeklinde oldu. Aynı cümleler Kuzey Akımı için de kurulmuştu ve artık kullanılamaz durumdadır. Olay, benzer gelişmeler hakkında düşündürücü olmalıdır.

Bu gelişmeler, ülkenin önündeki siyasal evreler itibariyle RTE/AKP iktidarının giderek daha fazla kuşatma altına alınacağını gösteriyor. Peker’in video hazırlıkları, Fetullahçıların 17-25 Aralık dosyalarını yeniden tazelemeleri, vb.. RTE’nin önündeki siyasal alanın giderek daralmakta olduğunu gösteriyor.

Bütün bu değinmeler ülkenin önündeki siyasal sürecin daha çok evrensel emperyalist savaş konjonktürüne göre şekillenebileceğini ileri sürmek içindir. Yoksa işçi sınıfı, kadınlar ve Kürt halk dinamikleri bir yana TÜSİAD’ın son Rekabet Kurulu toplantısındaki tavrından tutalım, bugüne kadar siyasal muhalefetini doğrudan devletle karşı karşıya kalmaya asla yükseltmemiş Alevilerin meclis önündeki protesto gösterilerine kadar bütün toplum kesimleri bu iktidarın artık süpürülmesinden yanadır ama Millet İttifakı gibi bir burjuva muhalefetin böyle bir siyasal dalgaya hakimolamaması sürecin, temel bir karakter olarak, belirsizlik üretmekte olduğunu bize göstermektedir. Dünya ve ülke bir savaş konjonktüründedir ve savaş bir belirsizlikler alanıdır.

Böyle bir cehennemcil gidişte proletarya ve halk sınıfları bir yana burjuvazinin kendisi için bile bir selamet politikası kurulamaz. Seçimli ya da seçimsiz siyasal sürecin geleceğinde ne Millet İttifakı’nın ne de 6’lı, 8’li masaların bir gelecek vaat etmesi mümkün değildir. Ve zaten bu restorasyoncuya da reformist politik zeminlerin düzen içi çözüm arayışlarına rağmen, süreç proletarya ve halk sınıfları açısından daha doğrudan çözümleri gündemleştiriyor. 8’li masanın Kürt halk hareketini ve sosyalistlerin siyasal nüfuzunu  RTE/AKP’ye karşı CHP’nin kuyruğuna takma niyetleri, her bunalımın doğal bir gereği olarak bütün burjuva ve küçükburjuva eğilimler arasındaki çelişki ve çatışmaları öne çıkartıyor. Bu durumda HDP’nin sol liberalleri ve liberal solcuları bile  3. Yolu gerçek zeminde inşa etmenin kaçınılmaz hamlesi olan ayrı bir cumhurbaşkanı adayı çıkarma zorunluğunugiderek terennüm etmeye başladılar.

Ve elbette birleşik devrimin karargâhı bu karmaşık momenti tek doğru siyasal çerçeveye bağladı: ”Tek yol birleşik devrim”

Taktik Tartışma

Tamam, kesinlikle kabul edilmelidir ki, bu en doğru strateji planıdır ama özetleye özetleye aktarmaya çalıştığımız şu dünya, bölge ve ülke hallerinde bu strateji planı nasıl incelikli bir taktik muhtevaya kavuşturulacaktır? Bu hala öne çıkartılmış değildir. Öncü atılımın örgüt ve mücadele yöntem ve biçimleri genel tekerlemeler ötesinde henüz bir netliğe kavuşmuş değildir. Kendiliğinden bir gidiş söz konusudur.

Geçtiğimiz günlerde gazetemiz yazarlarından Bekir Yaman arkadaşımızın “Genel Grev: Şimdi değilse ne zaman?” başlıklı bir yazısı çıktı. Yazının aldığı olumlu ya da olumsuz tepkiler ilgili sahalardaki militanların sürece nasıl müdahale edileceğine dair ciddi bir arayış ve tartışma içinde olduğunu gösterdi. Yazıya gelen eleştiriler önermenin taktik değerinden ziyade koşulları üzerine yoğunlaşmıştı: proletaryanın henüz genel grev yapacak düzeyde bir örgütlenmesi yoktu. Hele devrimci solun sınıftan kopukluğuna bakıldığında böyle bir önerme kayda değer bir sahicilik taşımaktan çok ötedeydi.

Burada öncelikle değinilmesi gereken yan bu önermenin aslında başlık itibariyle anarko sendikal bir yol göstermesidir. Dolayısıyla bu başlığın öncüleyin öne çıkarttığı muhtevaya dönük eleştiriler elbette haklılık taşımaktadır. Proletarya bir siyasal sürece “genel grev” çapında bir bütünlükle katılabilecek bir örgütlenme düzeyi taşıyorsa bunun “grev” ya da daha ateşli görünüyor olmakla birlikte aynı çerçevedeki bir “direniş”le yönlendirilmesi proletaryayı daha işin başında savunmaya gömmek ve karşı devrimci burjuvaziye saldırı imkânı vermek olacaktır. Proletarya böyle bir taktik tutumun yanlışlığını Komün’den bu yana bilir. Proletarya böylesine olgun düzeyleri hızla ayaklanmaya çevirebildiği ölçüde kazanacaktır.

Ancak, özellikle altı çizilmelidir ki, yazı,başlığın öncüleyin öne çıkarttığı taktik muhtevadan daha öte bir ifade taşıyordu: gazetecilere baskınlar, artık katliam düzeyine varmış olan iş cinayetleri, işçiye dayatılan kölelik düzeni, hayat pahalılığı, Kürt devrimine ve elbette halkına da yönelik başta kimyasal savaş olmak üzere sürdürülen imha politikaları, kadın cinayetleri, doğanın talanı… Yazıda, “tüm bunları merkezine alan ve merkezine iktidarı/sömürü düzenini oturtan” bir eylem muhtevası açımlanıyordu. Yani genel grev gibi bir çağrıyla doğrudan proletaryayla ve onun üretim alanlarıyla daraltılmış bir eylem çizgisi ifade edilmiyordu. Proletaryanın yanı sıra, düzenle arasında patlayıcı tarih-toplumsal çelişkiler taşıyan toplum kesimlerinin kolektif aksiyonu ele alınmaktaydı. Bu genişlik, gazetemizin kimi yazılarında da ele alındığı üzere toplum üzerinde devlet eliyle üretilen kararsız denge haline ek olarak, ülkenin devletleşme sürecinin ortaya çıkardığı suni dengenin kırılmasında gerekli görülen bir birleşik devrim nesnelliğinin toplumsal bağlamını açımlıyordu.

Türkiye devrimci hareketi halkın devrimci eyleminin önünü açmak üzere ’70 – ’90 arasındaki yıllarda öncü devrimciliği taktik olarak öne çıkarmış ancak bütün parıltılı yükselişlere karşın hareketin halk sınıflarıyla bütünleşmesinde sürtünme yaratan küçükburjuva yapısallığı nedeniyle bu mücadelede başarılı olamamıştı. 

Proletarya ve halkların bilincinde , devriminve devletin silahlı aparatlarının çatışması olarak yankılanan bu mücadele süreci, hem bir yabancılaşma ve uzak durmayı hem de benzer dizilimde takip eden yenilgiler sonrasında devrimin militan atılımlarına karşı bir güvensizlik, tedbirli olma eğilimi de geliştirmişti. Bu nedenle şimdi bu dengelerin kitle eylemi üzerinden kırılması bir taktik kavrayış olarak öne çıkarılmaktadır. Yani kitle hareketi zemininde aşağıdan hareketin tarihsel bir paradoks olarak devrimin gelenekcil öncü etkinliğiyle güncelleştirilmesi imkânı sorgulanıyor. Bu nedenle de yazıda bütün bu açıklamaları aşkın bir şekilde öne konulan hedef çok net bir şekilde tanımlanıyor: kitlenin kendi gücünü göreceği bir çıkış..Yani verili tarih-toplum dinamiklerinin elverirliğinde, örneğin Kürt halkının serhildan’ına, Filistin halkının intifada’sına tekabül eden tarzda bir başkaldırı süreci formüle ediliyor. 

Öncünün, toplumsal iç dinamiklerinkendiliğinden birikimine yaslanarak bu birikimin yoğunlaşmasına ve yönlendirilmesine katkısının bir taktik merhaleye çıkarılması özel bir moment itibariyle ele alınıyor. Yoksa birleşik devrimin kampanyaları henüz bu amacın yakınına dahi gelememiş olmasına karşın bu taktiğin tekrarlarından başka bir şey değildir.

Elbette bu kapsam bizim burada ifade ettiklerimizden daha geniş ve daha zihin açıcı ve yol gösterici şekilde tartışılmalıdır. Ve şurası asla unutulmamalıdır ki devrimci öncü, Türkiye gibi durağan bir sivil toplum gerçeğinde toplum içi dinamikleri tevekkülden isyana taşımayı başaramadığı takdirde halkın devrimci dinamiklerinin yozlaşma ve çürümesinde doğrudan pay sahibi olacaktır.

Politikada Yenilenme

Gönlü devrimden yana olan herkesin gözünün de gördüğünce ülkede devrimnesnelliğinin yüksek düzeyde olgunlaşmasına karşın devrim saflarının ve öncü örgütlerinin yığın bağlarından uzaklaşıyor olması açıklanması ve çözümlenmesi gereken bir konudur. Bunu bugün burjuva muhalefetin akıldaneleri de tartışıyor. Burjuva muhalefetin derdi belli: halk sınıflarını düzen içinde tutarak sistemin restorasyonunu geliştirmek… Bu çaprazlığın yarattığı sürtünme elbette iktidarın işine yarıyor, burjuva muhalefet genişleyemiyor. Peki ya devrimci muhalefet? Onlar artık düzenden umudunu kesmiş kesimleri niçin örgütleyemiyorlar? Bu çerçevede geliştirilmiş bir taktik tartışması, elbette bu taktik düzlemi yapılandıracağımız ideolojik, siyasal ve örgütsel esasları elden geçirmeyi zorunlu kılmaktadır. 

Devrimci hareket uluslararası emperyalizmin 2020 Mart’ından bugüne kadar süren evresinde aldığı politik tutum itibariyle başarısızdır. Başarısızlığı siyasal gerilemeyle kanıtlanmış bu politikaların yeniden gözden geçirilerek doğru ve devrimci olanlarla değiştirilmesi zorunludur.

Bu bağlamda birinci olarak, geçen üç senenin ardından ortaya çıkan veriler itibariyle salgının emperyalist savaşın ABC (atomik, biyolojik ve kimyasal) envanterineuygun bir şekilde gündeme geldiği kavranmalıdır. 

Bu doğru kavrayış, her şeyden önce içinde bulunduğumuz savaş konjonktürünün yakın geleceğinde aynı tarz ve daha öldürücü biyolojik savaş süreçlerinin yaşanacağına dair güçlü işaretlerin varlığı koşullarında, proletarya ve halkların emperyalizmin oligarşik hükümet ve devletlerine tabi kılınmasının önüne geçmek için gereklidir. Geride kalan süreç toplumun toplumcu davranışı olmadığı koşullarda salgının emperyalizm tarafından bir toplum yönetimi mekanizması şeklinde sürekli kılınacağını bize göstermiş durumdadır. Ve ikinci olarak, her ülkede uluslararası emperyalist burjuvazinin savaş politikalarının propagandasını üstlenen sol liberallerin ve Kautsky solunun proletarya, emekçi halklar ve devrim gerçekliğimiz üzerindeki ideolojik hegemonyalarını kırmak için de bu bağlam uygun ve mecburidir.

İkinci olarak, Ukrayna savaşı ne Rusya’nın ne de Ukrayna’nın yenilmesiyle bitecek yerel bir savaş değildir. Bu savaş bir tarafta en geniş kapsamıyla Nato emperyalizmi, diğer tarafta Rusya-Çin-İran ittifakı arasında iktisadi, siyasi, ideolojik ve tarihsel bir evren savaşıdır. Dünya yeni bir denge üretene kadar bu savaş gerek zamansal gerekse de şiddet derinliğiyle sürecektir. Türkiye emperyalizmin doğuya yayılma rotasının tam üstündedir. Ve devrim, emperyalizmin Türkiye dayanağını elinden çekip aldığı anda insanlık tarihi bir başka çağa, daha ileri bir çağa doğru yol almaya başlayacaktır.

Üçüncü olarak, bu cehennemcil dünya gidişinde ne RTE/AKP’nin ne de Millet ittifakının proletarya ve emekçi halklara zulüm ve ölümden başka verebileceği hiçbir şey yoktur. Her ikisi de sonuna kadar Natogücüdürler.

Dördüncü olarak, proletarya, emekçi halklar ve düzen karşıtı tüm toplumsal kesimler için “tek yol birleşik devrim”dir. Bu stratejik bağlamın ülke nesnelliği tümüyle olgunlaşmış durumdadır. Bu stratejik olgunluğun taktik tırmanışı mutlaka başarılmalıdır. Devrimde öncülük bu başarıyla ölçülecektir.

Paylaşın